1950-1951 Dönemi
Mayıs 25, 2025Yönetim Kurulu Kararı
Mayıs 25, 20251954 yılında Bulgaristan Komünist Partisi’nin başına geçen Todor Jivkov, ülkedeki sosyalist rejimin ideolojik temellerini pekiştirerek yaklaşık otuz yıl sürecek olan yönetimini başlatmıştır.
Jivkov yönetiminin en dikkat çekici uygulamalarından biri, ülkedeki etnik azınlıkları—özellikle Türkleri—asimilasyon politikalarıyla baskı altına almaya yönelik çabaları olmuştur. Bu bağlamda 1984 yılında başlatılan “yeniden doğuş süreci” (Vǎzroditelen protses), Bulgaristan Türklerine yönelik sistematik bir Bulgarlaştırma kampanyasını ifade etmektedir. Bu kampanya çerçevesinde Türklerin isimlerini zorla Bulgar isimlerine çevirmeleri dayatılmış; Türkçenin kamusal alanda kullanımı yasaklanmış; resmî makamlar tarafından evlere gidilerek Türklerin isimleri Bulgar isimleriyle değiştirilmiş; buna direnenler ise hapis, işkence ya da sürgün gibi ağır yaptırımlarla karşı karşıya kalmıştır. Resmi kaynaklara göre 1985 sonuna dek 310 bin kişinin isimleri değiştirilmiştir.Yine ibadet, geleneksel kıyafetler, düğün ve cenaze törenleri gibi kültürel uygulamalar sıkı biçimde denetlenmiş ve kısıtlanmıştır.
Bulgarlaştırma politikaları, Türk azınlık arasında büyük bir tepkiye neden olmuş; çeşitli bölgelerde barışçıl protestolar ve sivil itaatsizlik eylemleri düzenlenmiştir. Özellikle Kırcaali, Razgrad, Şumnu ve Silistre gibi yoğun Türk nüfusuna sahip bölgelerde düzenlenen yürüyüş ve mitinglerde, halk uygulamalara karşı direnç göstermiştir. Ülkede asimilasyon kampanyasına karşı Müslümanların direnişinde ise toplam 24 kişi hayatını kaybetti. Bu eylemlerin en sembolik olanlarından biri, 1984 yılında Momçilgrad’a bağlı Mlechino (Sütkesiği) köyünde yaşanmıştır. İsim değiştirme uygulamasına direnen köylüler ile güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmada, henüz 17 aylık olan Türkan Bebek, annesinin kucağında başından vurularak hayatını kaybetmiştir. Türkan Bebek, Bulgaristan Türklerinin yaşadığı baskıların ve sistematik asimilasyonun simgesi hâline gelmiştir.
Protestoların ardından binlerce kişi tutuklanmış, bazıları Belene toplama kampına gönderilmiş ve ağır işkencelere maruz kalmıştır. Bu uygulamalar, uluslararası insan hakları örgütlerinin de dikkatini çekmiş ve Bulgaristan yönetimi çeşitli eleştirilerin hedefi olmuştur.
1989 yılı, Bulgaristan Türkleri açısından bir dönüm noktası olmuştur. Cebel şehri civarında başlayan direniş, tüm ülkeye yayıldı. 1989’da devrilen komünist rejimin başındaki Todor Jivkov, amacına ulaşamayınca Artan uluslararası baskı ve iç kamuoyundaki huzursuzluk karşısında, Jivkov yönetimi 29 Mayıs 1989 tarihinde Türkiye ile sınır kapılarını açarak, ülkede yaşayan Türklerin “turistik vizeyle” çıkış yapmalarına izin vermiştir. Ancak bu karar, özünde sistematik bir zorunlu göç politikasıdır. Jivkov, göçü gönüllü bir hareket olarak sunmaya çalışsa da, dönemin belgeleri ve tanıklıkları, göçün baskı, tehdit ve zorlamaya dayalı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır (Halaçoğlu, 2010: 27).
Yaklaşık iki buçuk ay gibi kısa bir sürede 300 binden fazla Bulgaristan Türkü Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Bu göç, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük kitlesel göç hareketlerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir. Göçmenler, “turist” statüsünde sayıldıkları için Bulgar devleti tarafından vatandaşlıktan çıkarılmış; tüm mal varlıklarına el konmuş; bankadaki birikimlerine ulaşmaları engellenmiştir. Türkiye’ye yalnızca yanlarında taşıyabilecekleri kadar eşya ve kişi başı 500 leva ile gelmelerine izin verilmiştir (Zafer, 2010: 30).
Bulgaristan Türkleri, Türkiye’ye geldiklerinde ilk etapta Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ gibi sınıra yakın illerde kurulan kamplarda geçici olarak barındırılmış, sonrasında ise Türkiye’nin çeşitli illerine yerleştirilmişlerdir. Bu süreç, göçmenler açısından ekonomik, psikolojik ve toplumsal açıdan ciddi uyum sorunlarını da beraberinde getimiştir.
1989 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye yönelen göç hareketi, hem kapsamı hem de nedenleri bakımından modern Balkan tarihinde benzeri az görülen bir demografik dönüşümü ifade eder. Yaklaşık iki buçuk ay gibi kısa bir sürede 300 binden fazla insan, etnik kimlikleri, dini inançları ve kültürel aidiyetleri nedeniyle yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalmıştır. Bu göç dalgası, bireysel kararların sonucu olmaktan çok, devlet politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Göçün temel sebebi, Bulgaristan’da yaşayan Türk nüfusa yönelik sistematik baskılar, zorunlu isim değiştirme uygulamaları, dil ve kültür yasakları, dini ibadetlerin engellenmesi ve toplumsal dışlanma gibi asimilasyon politikalarının giderek yoğunlaşmasıdır.
1980’li yılların ortalarından itibaren artan bu baskılar, özellikle 1984’te başlatılan isim değiştirme kampanyasıyla doruk noktasına ulaşmış, Türkçe isimlerin Bulgar isimleriyle değiştirilmesi, bireyin kimliğine doğrudan bir müdahale olarak algılanmıştır. Bu süreçte kültürel hakların gasp edilmesinin yanı sıra, camiler kapatılmış, dini ritüeller yasaklanmış, Türkçeye ait yayınlar ve eğitim faaliyetleri engellenmiştir. Uygulamaların zorlayıcı niteliği, birçok kişinin fiziksel şiddete, gözaltına alınmalara ve kamplarda tutulmalara maruz kalmasına yol açmıştır.
1989 yılının ilk aylarında protesto hareketlerinin artması, hem Bulgaristan’daki iç kamuoyunda hem de uluslararası düzeyde tepkilere neden olmuştur. Bunun üzerine Bulgaristan yönetimi, Mayıs 1989’da Türkiye sınır kapılarını açarak Türk kökenli vatandaşların ülkeyi terk etmelerine izin verdiğini açıklamıştır. Ancak bu karar, fiilen bir zorunlu göç anlamına gelmiştir. İnsanlar, baskı altında tutuldukları koşullardan kaçmak için çok kısa süre içerisinde evlerini, işlerini ve mal varlıklarını geride bırakmak zorunda kalmıştır. Göç edenler, genellikle yanlarına yalnızca birkaç kişisel eşya alabilmiş ve sınırlı miktarda parayla yola çıkmıştır.
Türkiye’ye ulaşan göçmenler, Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ gibi sınıra yakın illerdeki geçici kabul merkezlerinde karşılanmış, daha sonra ülkenin farklı bölgelerine yerleştirilmiştir. Göçmenlerin büyük bir kısmı, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan yeni yaşamlarına uyum sağlamakta zorlanmış; göç yalnızca coğrafi bir yer değiştirme değil, aynı zamanda kimliğin yeniden tanımlandığı ve sosyal ilişkilerin yeniden kurulduğu çok boyutlu bir dönüşüm sürecine işaret etmiştir. Türkiye’nin göçmenleri kabul etme kapasitesi, dönemin koşulları göz önüne alındığında sınırlı olmasına rağmen, bu topluluğun entegrasyonu zaman içerisinde çeşitli kurumların ve yerel dayanışma ağlarının desteğiyle sağlanmaya çalışılmıştır.
Asimilasyon kampanyasıyla ilgili 1991’de açılan dava ise zaman aşımına uğradı. Davanın sanıkları Jivkov, dönemin İçişleri Bakanı Dimitar Stoyanov, Dışişleri Bakanı Patar Mladenov ve Politbüro Üyesi Penço Kubadinski ise artık hayatta değil.
1989 göçü, sadece demografik bir hareketlilik olarak değil, aynı zamanda insan hakları ihlalleri, uluslararası hukuk, kültürel kimlik ve zorunlu göç kavramlarının iç içe geçtiği bir olay olarak değerlendirilmelidir. Bu göç, arkasında yalnızca boşalan köyler ve dolup taşan kamplar değil, aynı zamanda travmalarla şekillenmiş bireysel ve kolektif hafızalar bırakmıştır. Göçmenlerin yaşadığı belirsizlik, kayıplar ve kimlik mücadelesi, sadece bir döneme ait bir sorun değil, sonraki kuşaklara da aktarılan bir toplumsal miras hâline gelmiştir.
