1877-1949 Dönemi
Mayıs 25, 20251989 ve Sonrası
Mayıs 25, 2025İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Balkanlar’da meydana gelen siyasi değişimlerle birlikte Bulgaristan’daki rejim, yeni bir ideolojik yapılanma sürecine girmiştir. Bu süreçte, Türkiye ile Bulgaristan arasındaki sınır uzun bir süre göçlere kapalı kalmış, bu durum göç etmek isteyen Türk azınlık arasında büyük bir nüfus birikimi yaratmıştır. Yaklaşık on yıllık bu dönem boyunca Türkiye’ye 150-200 bin civarında göçmenin gelmesi beklenirken, sınırların kapalı olması bu göç hareketini engellemiş ve 1950 yılına gelindiğinde göç potansiyeli adeta bir barajın arkasında birikmiş su gibi taşma noktasına ulaşmıştır.
Bulgaristan Komünist Partisi’nin 1942 yılında Vatan Cephesi’ni ilan etmesinin ardından ülkede tüm antifaşist güçler aynı çatı altında toplanmış, iktidarın ele geçirilmesiyle birlikte Türk azınlığa yönelik sistematik bir asimilasyon politikası başlatılmıştır. Yeni rejimin hedefi, Bulgar Sosyalist Devleti bünyesinde birleşmiş ve homojen bir ulus oluşturmaktı. Bu hedef doğrultusunda Türklerin, burjuva toplumunun kalıntıları olarak görülüp dönüştürülmesi veya tasfiye edilmesi amaçlanmıştır. Özellikle köylerde yaşayan Türkler üzerinde ağır ekonomik baskılar kurulmuş, vergi yükleri artırılmış ve üretimin büyük bir bölümü devlet tarafından toplanmaya başlanmıştır. Türk gençleri, Trudovak ve Brigadir isimli işçi asker ve kısa süreli işçi birimlerinde zorla çalıştırılmıştır.
1947 yılında, herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin Türk aydınları, öğretmenler, din adamları ve sanatkârlar tutuklanmaya başlanmış, bu durum Türk toplumu içinde yaygın bir korku ve güvensizlik yaratmıştır. Türk okullarının devletleştirilmesi ve toprakların kooperatifleştirilerek bireysel mülkiyetin ortadan kaldırılması, Türkler arasında asimilasyon endişesini daha da artırmıştır. 1947-1948 yıllarında bu gelişmelerin etkisiyle Türkiye’ye göç talepleri artmış, ancak Türkiye Cumhuriyeti bu dönemde yalnızca bireysel serbest göçmenleri kabul etmiş, toplu göçleri daha uygun bir zamana ertelemiştir.
1950 yılına gelindiğinde Türkiye’de yaşanan siyasi değişiklikler ve Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte Bulgar hükümeti, Türkleri göçe zorlamaya başlamıştır. Bu sayede hem Türkiye’deki yeni hükümeti zora sokmak hem de Bulgaristan’da asimile edilemeyen Türk nüfustan kurtulmak amaçlanmıştır. Aynı zamanda, Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki baskılarını artırmak amacıyla Bulgaristan üzerinden stratejik bir yönlendirme yaptığı da ifade edilmiştir.
Göç izni isteyen Bulgaristan Türkleri, hem Bulgar makamlarına pasaport başvurularında bulunmuş hem de Türkiye’ye dilekçeler göndermiştir. Bu süreç, kış aylarında başlamış ve göç edenler oldukça zor koşullar altında Türkiye’ye ulaşabilmiştir. Göçmenler Türkiye’ye yorgun, bitkin ve malvarlıklarını kaybetmiş şekilde sığınmıştır. Bu insanların sınırı geçmeden önce maruz kaldıkları kötü muamele ve yaşadıkları sıkıntılar, hem onların ifadeleriyle hem de gözlemciler tarafından kayıt altına alınmıştır.
9446 aile reisiyle yapılan bir anket çalışmasına göre, göçmenlerin yalnızca %11,1’i kendi rızasıyla göç ettiğini belirtmiş, %85,3’ü ise Bulgaristan’daki yaşam koşullarının göç etmeye zorlayıcı olduğunu ifade etmiştir. Yalnızca %3’lük bir kesim doğrudan zorla göçe tabi tutulduğunu belirtmiştir. Yine aynı araştırmaya göre, göçmenlerin %74’ü şahsen kötü muameleye uğradıklarını bildirmiş; bu kapsamda %8’i fiziksel şiddete maruz kalmış, %4,3’ü tutuklanmış ya da sürgüne gönderilmiş, %62’si ise çeşitli haksız uygulamalara maruz kaldığını aktarmıştır.
Göçmenlerin ekonomik kayıpları da büyük boyutlardadır. Söz konusu anket sonuçlarına göre mallarını değerine satabilenlerin oranı sadece %2,6’dır. %63,4’ü mallarını düşük fiyatlarla elden çıkarmış, %27,3’ü ise hiçbir satış yapamamıştır. Bu durum, Türkiye ile Bulgaristan arasında imzalanmış anlaşmalara rağmen göçmenlerin mülkiyet haklarının korunmadığını ve Bulgaristan’dan çıkan Türklerin neredeyse tamamının tüm mal varlıklarını geride bırakmak zorunda kaldıklarını göstermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, bu duruma karşı uluslararası yardım kuruluşlarına başvuruda bulunmuş, özellikle Kızıl Haç ve Kızılay nezdinde girişimlerde bulunmuştur. Ancak Bulgar Kızıl Haçı’ndan olumlu bir yanıt alınamamış, hatta herhangi bir geri bildirim dahi sağlanamamıştır.
1950-1951 yılları arasında yaşanan Türk-Bulgar göçü süreci, yalnızca kitlesel bir nüfus hareketi değil, aynı zamanda iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin ciddi şekilde gerildiği ve zaman zaman kesintiye uğradığı bir dönemi de temsil etmektedir. Bu süreç, Bulgaristan’ın 10 Ağustos 1950 tarihli ve 304.50.1 sayılı notasını Türkiye’ye ileterek 250.000 Türk kökenli Bulgaristan vatandaşının sınır dışı edileceğini bildirmesiyle başlamış, nota metninde kullanılan diplomatik teamüllere aykırı ve uluslararası hukuk açısından sorunlu ifadeler, ilişkilerin seyrini daha da sertleştirmiştir.
Bulgaristan Hükümeti, bu notada Türk azınlığa yönelik politikasını 1925 tarihli Türk-Bulgar İkamet Sözleşmesi ile uyumlu göstermeye çalışsa da, söz konusu gelişmeler, esasen gönüllü bir göçten ziyade, zorlayıcı ve sistematik bir tehcir uygulamasının göstergesi olmuştur. Prof. Dr. Ali Tanoğlu’nun da ifade ettiği üzere, bu durum normal bir nüfus hareketi değil, devlet destekli bir “tehcir hareketi” olarak nitelendirilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, bu gelişmelere kayıtsız kalmamış ve 28 Ağustos 1950 tarihinde Bulgar notasına kapsamlı bir yanıt vermiştir. Türk notasında, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin tabi tutulduğu rejim ve hak ihlalleri ele alınmış, Bulgar Hükümeti’nin 1925 tarihli antlaşmadan doğan yükümlülüklerine uymadığı belirtilmiş, göçmenlerin mallarını yanlarında getirmelerine izin verilmemesinin ahdi hükümlerle çeliştiği ifade edilmiştir. Türkiye, eğer mesele dostane yollarla çözülemezse, insan haklarına aykırı uygulamaları uluslararası platformlara taşıyacağını da bu nota ile duyurmuştur.
Diplomatik nota trafiği bununla sınırlı kalmamış; Türkiye, 16 Ekim 1950’de ikinci bir nota ve ekli muhtırayı Bulgaristan’a sunmuş, Birleşmiş Milletler nezdinde de girişimlerde bulunulmuştur. Türk kamuoyunda ve basınında da bu süreç yakından takip edilmiş, özellikle Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün açıklamaları, Türkiye’nin kararlılığını ortaya koymuştur. Türkiye Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın TBMM’de yaptığı konuşmada da, meselenin uluslararası mercilere taşınacağı açıkça dile getirilmiştir.
Bu süreçte ortaya çıkan önemli sorunlardan biri, Bulgaristan’ın, göçmenler arasına vizesiz ya da sahte vizeli kişiler ile etnik olarak Türk sayılmayan grupları –özellikle çingeneleri– dahil etmeye çalışmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre yalnızca Türk soyundan gelen bireyler göçmen statüsünde kabul edilebileceği için, bu girişimler diplomatik krizi derinleştirmiş ve 7 Ekim 1950 tarihinde Türkiye’nin sınır kapılarını geçici olarak kapatmasına neden olmuştur. Sınır kapatılması, yalnızca fiziksel bir engelleme değil, aynı zamanda diplomatik bir tepki ve caydırıcı önlem niteliği taşımaktadır.
Söz konusu gerginliğin ardından, Türkiye’nin sorunu Birleşmiş Milletler gündemine taşıma kararlılığı ve sınır kapatma gibi yaptırımlarının etkisiyle, Bulgaristan’ın tutumunda bir yumuşama gözlenmiştir. Bu gelişmeler sonucunda iki ülke arasında yapılan müzakereler neticesinde, 2 Aralık 1950 tarihinde günlük 800 göçmen kotası üzerinden uzlaşmaya varılmış ve sınır yeniden açılmıştır.
1951 yılı başında göçmen sayılarında ciddi artış gözlenmiş; bu bağlamda Türkiye, 1 Ocak 1950 tarihinden itibaren gelen tüm Bulgaristan göçmenlerini “İskânlı Göçmen” statüsüne alarak, devlet desteği kapsamına dahil etmiştir. Böylece, “Serbest Göçmen” uygulaması terk edilmiş ve tüm göçmenlere barınma, yerleşim ve temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kamu hizmetleri sunulmuştur.
Ancak Bulgar Hükümeti’nin uygulamaları, 1951 yılı içinde tekrar sorun teşkil etmeye başlamış, göçmenler arasına yeniden vizesiz ve Türk soyundan olmayan bireyler dahil edilmiş, Türk giriş vizelerinde sahtekârlık yapılmıştır. Bu gelişmeler üzerine Türkiye, Bulgaristan’a Haziran-Ekim 1951 arasında altı nota daha vermiş ve bu girişimlerine karşılık bulamayınca 8 Kasım 1951 tarihinde ikinci kez sınırı kapatma kararı almıştır. Bu kapanma süreci, 20 Şubat 1953 tarihine kadar devam etmiştir.
Bulgaristan, 14 Kasım 1951’de bu kararı protesto eden bir nota verirken, Türkiye 17 Kasım’da cevap niteliğinde yeni bir nota sunmuştur. 30 Kasım 1951 tarihinde Bulgaristan Hükümeti, göçü tamamen durdurduğunu kamuoyuna ilan etmiş ve bunu yaparken Türkiye’yi asılsız iddialarla suçlamaktan da geri durmamıştır. Türkiye ise 1 Aralık 1951 tarihli bir tebliğ ile, göçün durdurulmasının Türkiye’den değil, Bulgaristan’ın politikalarından kaynaklandığını ve göçmenlere yönelik uygulamaların bilinçli olarak krize dönüştürüldüğünü kamuoyuna açıklamıştır.
Bu gelişmelerin ardından Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği İstişare Komitesi, Bulgaristan’daki Türklerin zorunlu göç ettirilmesi meselesini detaylı bir şekilde incelemeye karar vermiştir. Ancak bu süreç, Bulgaristan’da kalan Türkler açısından daha büyük bir trajedinin habercisi olmuştur. Göçün durdurulmasıyla birlikte, ülkede kalan Türklerin pasaportlarına el konulmuş, göç hakkında konuşmak yasaklanmış ve bu yasağa uymayanlar çeşitli cezalara maruz kalmıştır. Böylece Bulgaristan Türkleri, 1968 yılında imzalanan yeni Göç Antlaşması’na kadar sürecek olan uzun ve karanlık bir sessizlik dönemine girmiştir.
1968 yılında Bulgaristan ile Türkiye arasında imzalanan ve kamuoyunda “Yakın Akraba Göçü Antlaşması” olarak bilinen anlaşma, göç hareketinin ikinci büyük safhasını başlatmıştır. Bu anlaşmanın temel amacı, özellikle parçalanmış aileleri birleştirmek ve insani bir boyutta ailevi bağları yeniden tesis etmek olarak açıklanmıştır. Bu kapsamda, 1969-1978 yılları arasında yaklaşık 130.000 Bulgaristan Türkü, anavatanları Türkiye’ye göç etmiştir. Bu göç, gönüllülük ilkesine dayansa da arka planında devam eden ayrımcılık, kimlik baskısı ve sosyal dışlanma gibi faktörler etkili olmuştur. Böylelikle, komünist rejim döneminde Türkiye’ye gelen Bulgaristan Türklerinin sayısı toplamda 290.643’e ulaşmıştır.
Bu göç hareketinin ardından, 1980’li yıllarda üçüncü büyük dalga yaşanmıştır. Bu dönem, Bulgaristan Komünist Partisi Genel Sekreteri Todor Jivkov’un liderliğinde uygulamaya konulan radikal ve şiddet temelli asimilasyon politikalarının damgasını taşır. Özellikle 1984 yılında başlatılan “Yeniden Doğuş Süreci” (Vızroditelen protses), Bulgaristan’daki Türk nüfusa yönelik sistematik bir kültürel, dinsel ve etnik kimlik yok sayma politikasıdır. Bu süreçte Türklerin isimleri zorla Bulgar isimleriyle değiştirilmiş, dini ibadetlerine ve ana dillerini kamusal alanda kullanmalarına engeller getirilmiştir. Bahsi geçen politikalar, yalnızca kültürel baskılarla sınırlı kalmamış; aynı zamanda fiziksel şiddet, gözaltılar ve bazı durumlarda can kayıplarına da yol açmıştır.
Bu ağır asimilasyon uygulamaları, Türk toplumunun geniş kesimleri açısından yaşanması güç bir travmaya dönüşmüş ve Haziran 1989’da zirve noktasına ulaşmıştır. Bu tarihten itibaren yaklaşık 300.000 Bulgaristan Türkü, kitlesel olarak Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Bu göç, Balkanlar tarihindeki en büyük barış dönemi göçlerinden biri olarak kayda geçmiştir. Türkiye, bu kitlesel göç karşısında olağanüstü önlemler alarak göçmenlerin barınma, istihdam ve eğitim ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çeşitli politikalar uygulamıştır.
1990’lı yıllardan itibaren ise, Bulgaristan’daki rejim değişikliği ve demokratikleşme süreci ile birlikte, Bulgaristan Türklerinin göç hareketi yavaşlamış; göç, daha çok ekonomik gerekçelere dayalı bireysel ya da ailevi düzeyde gerçekleşmeye başlamıştır. Buna rağmen, geçmişte yaşanan zorunlu göçler, hem Bulgaristan’daki Türk azınlığın demografik yapısında hem de Türkiye’nin sosyal dokusunda kalıcı etkiler bırakmıştır.
Sonuç olarak, Bulgaristan Türklerinin 20. yüzyıl boyunca maruz kaldığı kitlesel göçler, sadece bir nüfus hareketi değil, aynı zamanda bir kimlik mücadelesinin, insan hakları ihlallerinin ve devlet politikalarının yarattığı sosyal travmaların yansımasıdır. Bu göç hareketleri, Türkiye-Bulgaristan ilişkilerinin belirleyici dönemeçlerinden biri olduğu kadar, Balkanlar’daki etnik ve siyasi dinamiklerin anlaşılmasında da temel bir referans noktası oluşturmaktadır.
